Kapsayıcılık: Dijital Eğitim Vs Geleneksel Eğitim

  • Yayınlanma Tarihi: 07 Mayıs 2020
  • Yazar: Elif Nuran Özgün

İlkokuldan başlayarak üniversiteyi bitirdiğiniz güne kadar tüm hayatınızı gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Muhtemelen anılarınızın büyük bir kısmı okul sıralarında, kantinde, üniversite kampüsünde geçmiştir. Hatta yakın çevrenizdeki arkadaşlarınızın çoğunun lise ve üniversite yıllarınızdan kaldığını söylemek abartı olmaz. Eğitim hayatı, kariyerimizi şekillendirmesi ve yeni bilgiler öğrenmemiz dışında sosyal hayatımızda da önemli bir yer kaplıyor. Ancak maalesef ki her çocuk, eğitimden ve beraberinde gelen sosyal hayattan payını alamıyor. Sahip olduğu dezavantajlar yüzünden okula gidemeyen çocukların sayısı bir hayli fazla. Bu dezavantajlı gruplar yalnızca engelli öğrencilerden oluşmuyor. Mülteci çocuklar, sokak çocukları, işçi çocuklar, bazı bölgelerde kız çocukları da dezavantajları yüzünden eğitim hayatına aktif katılım sağlayamıyorlar. Bu noktada odağımıza kapsayıcı eğitim kavramı giriyor. UNESCO’nun tanımına göre kapsayıcı eğitim, öğrenenlerin farklı gereksinimlerine; onların eğitime, kültüre ve topluma katılımını artırarak ve eğitim sisteminin içindeki ayrımcılığı azaltarak cevap verme sürecidir.

Geleneksel eğitim diye adlandırdığımız yüz yüze eğitim fırsat eşitliği ve kapsayıcılık açısından yetersizlikleri de beraberinde getiriyor. Okulların bulunduğu konum, ulaşım zorlukları, eğitim maliyeti gibi birçok faktör, eğitimin kapsayıcılığını baltalıyor. Özellikle kırsal ve varoş bölgelerdeki çocuklar eğitime katılamıyorlar. Engelliler konusunda birçok ülkede imkanlar güncellense de iyileştirme çalışmaları hala yetersiz. Bunun yanında farklı ülkelerde verilen eğitimlerin kaliteleri arasındaki fark uçurum gibi büyüyor. Lise hatta üniversite diplomasına sahip olmanın “değer”i eğitiminiz süresince bulunduğunuz ülkenin kalitesiyle ölçülüyor. Bu da coğrafyaya bağlı ayrımcılığı güçlendiriyor ve fırsat eşitliğini ortadan kaldırıyor.

Yıllar boyu geleneksel eğitimin eksik kaldığı noktaları konuştuktan sonra dijital eğitimin yükselişi tüm eğitimcilerde kapsayıcılığa dair umut uyandırdı. Acaba dijital eğitim zamana ve mekana bağlı engelleri kaldırabilecek miydi? Artık dünyanın daha az rağbet gören bir ülkesinde doğmak, bedensel engellere sahip olmak veya finansal yetersizliklerle boğuşmak eğitimin önünden çekilecek miydi? Belki de bu özlemden dolayı dijital eğitim fazlaca övüldü. Yalnızca halk arasında değil, akademik dünyada da bunun yankılarını duyduk. MIT’de yapılan bir araştırma, dijital derslerin sınıfta verilen geleneksel dersler kadar etkili olduğunu gösterdi.

Dijital eğitim kavramını online eğitim, uzaktan eğitim ve eğitimde dijitalleşme gibi farklı isimlerde duyuyoruz. Kendi aralarında farkları olsa da esasında tüm ifadeler ortak bir kavrama işaret ediyor. Fiziksel bir sınıfta olmayan, teknolojinin çeşitli imkanlarıyla desteklenen dersler gittikçe daha popüler hale geliyor. Özellikle pandemi sürecinde daha da gelişen ve kitlelere yayılan bu eğitim tarzının takdire şayan yönleri olduğu bir gerçek. Zaman ve mekan sınırlarını ortadan kaldırması, kolay erişilebilir ve ekonomik oluşu, farklı metotlara imkan sağlaması ve esnek oluşu bu iyi yönlerden en önemlileri. Dijital eğitim sayesinde çalışmak zorunda olan gençler bir yandan üniversite okuyabiliyorlar, engelli çocuklar kendilerine sağlanan teknolojik destekler sayesinde eğitim haklarına ulaşabiliyorlar.

Diğer yandan sorgulanması gereken noktalar da mevcut. Bunlardan en büyüğü ise dijital eğitimin en iddialı olduğu konu, yani kapsayıcılık. Türkiye özelinde konuşmak gerekirse şu veriler yolumuzu aydınlatabilir: Türkiye’de akıllı telefon kullanım oranı %90’ların üzerinde. Ancak masaüstü bilgisayara sahip olanlar toplumun yalnızca %17’sini; taşınılabilir bilgisayarı olanlarsa %37’sini oluşturuyor. Yani derslerin takibi ve ödevlerin yapılması için internet bağlantısı olan bir bilgisayara erişmek neredeyse lüks. Öğrencilerin çoğu akıllı telefonlarıyla bu ihtiyaçlarını gidermeye çalışsalar da etkili sonuçlara ulaşamıyorlar. Bunun yanında kendi telefonu olmayan çocukların ebeveynlerinin telefonlarını kullanmaları gerekiyor. Özellikle kalabalık ailelerde bu sorun çok daha şiddetli hissediliyor. Tüm bu sorunlar bir noktada öğrencilere bilgisayar dağıtarak, altyapı güçlendirme çalışmaları yaparak aşılabilir. Ancak dijital eğitim mantığının daha derinlerindeki bir konuyu aşmak zor: Sınıfta alınan eğitimde birkaç saatlik de olsa mekânsal eşitsizlikler ortadan kaldırılmış oluyor. Örneğin evinde kendine ait bir çalışma alanı olmayan öğrenciler, okulun kütüphanesinde veya sınıflarında çalışma ortamı ile buluşuyorlar. Ancak dijital eğitim mekânsal sınırları ortadan kaldırırken çözülmesi çok zor bir karmaşaya yol açıyor. Herkes evinde eğitim alıyor, aynı müfredatı öğreniyor fakat çalışma ortamı aynı olmadığı için öğrenim sürecinde eşitsizlikler baş gösteriyor. Farklı kültürel sermayelere sahip öğrencilerin tek tip bir müfredatla karşılaşması da aynı şekilde sistemi zorluyor. Geleneksel eğitimde materyali sınıfının kültürel arka planına göre uyarlama şansı olan eğitmenin dijital eğitimde böyle bir durumu söz konusu değil.

Şüphesiz geleneksel eğitimin de dijital eğitimin de avantajlı ve dezavantajlı yönleri var. İkisinden birini seçerek kapsayıcı olduğunu iddia etmek ise gerçekçi değil. İki eğitim tarzında da kapsayıcılık ve fırsat eşitliğinin önemini fark etmek ve bu yolda hak talebinde bulunmak iyi bir başlangıç olabilir. Çünkü eğitim, dijital veya geleneksel fark etmeksizin herkesin hakkı!