Göçmenliğin Sınırında: Asimilasyon – Entegrasyon - Çokkültürlülük

  • Publishing Date: 31 August 2020
  • Writer: Elif Nuran Özgün

Dünyanın kurulduğu günden beri insanlar sabit durmamış, sürekli oradan oraya göçmüşlerdir. Bu göç, beraberinde anıları, kültürü ve ağıtları da sürüklemiştir. Göçü bir kalıba sığdırmak mümkün olmadığı gibi göçmenleri de belli coğrafyalarla sınırlayamayız. Bu konuda verebileceğimiz en iyi örnek 2. Dünya Savaşı akabinde Suriye’ye sığınan Yunan mültecilerdir. Avrupa’yı birbirine katan 2. Dünya Savaşı sırasında ülkelerinde aç biilaç kalan Yunan vatandaşları, kurtarabildikleri eşyalarını da yanlarına alarak Suriye’ye sığınmışlardır. Suriye halkı onların yaralarını sarmış ve karınlarını doyurmuştur. Günümüze geldiğimizde sık sık ana haberlerde Yunan askerlerinin Suriyeli mültecileri ülkelerine almamak için botları delerek, ateş açarak insanlık dışı muamelelerde bulunduklarını görüyoruz. Tarih sürekli kendini tekrarlıyor, geriye döndüğümüzde ise hatırlanacak olan kimin vicdanlı kimin vicdansız olduğu olacak. Bugün bir göçmen olmayabiliriz ancak bu, yarınımızın garantisini vermiyor. Bu yüzden göçle ilgili konularda elimizden geldiğince bilgilenmek ve daha bilinçli bireyler haline gelmek hepimizin görevi.

Uluslararası Göç Örgütü'nün (IOM) 2020 Dünya Göç Raporu'na göre dünya genelindeki göçmen sayısı 272 milyona yükselerek dünya nüfusunun yüzde 3,5'ine ulaştı. Bu durum göçenler kadar ev sahibi ülkeleri de ilgilendiriyor. Bu yüzden tarih boyunca bu alanda çeşitli politikalar üretilmiş ve uygulanmış. Bu yazıda en belirgin üç göç politikasını inceleyeceğiz.

Asimilasyon

Asimilasyon, Türk Dil Kurumu’nca yapılan tanımına göre, “Farklı kökenden gelen azınlıkları veya etnik grupları, bunların kültür birikimlerini, kimliklerini baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etme” anlamına gelmektedir.

Asimilasyon denildiğinde akla totaliter rejimler gelse de aslında bundan 60 yıl önceye kadar bu kavram, neredeyse kimsenin itiraz etmediği, gerekli bir süreç olarak görülüyordu. Yani Çin’in Uygur Türklerine uyguladığı politikanın biraz daha yumuşak yüzlüsü Amerika ve Bulgaristan gibi farklı ülkelerde geçerliydi. Ancak bu yıllardan sonra çeşitli eleştirilerle asimilasyon kavramı enine boyuna tartışılmaya başlandı.

İşin teorik kısmı, dünyanın her köşesinden göç alan Amerika’ya dayanıyor. 1960’lara kadar Amerika’da, İngilizliğe uygunluk (Anglo-conformity) ve erime potası (melting pot) şeklinde iki kavram konuşuluyordu. Bu iki kavram asimilasyonun basamakları olarak benimsenmişti. Yani ülkeye gelenlerin önce İngiliz kültürüne uyum sağlamaları, sonra da tamamen Amerikalı olmaları beklenirdi. Bu noktada Amerika’ya gelen göçmenlerin anadillerini, hayat tarzlarını, geleneksel yiyeceklerini silip atmaları isteniyordu. Bunu yapmadıkları takdirde göçmenler, barbarlıkla, yabancılıkla ve uyumsuzlukla suçlanıyorlardı.

Entegrasyon

Asimilasyon, pek çok açıdan eleştirildikten sonra kanun yapıcılar ve sivil toplum tarafından entegrasyon kavramı benimsenmeye başlandı. Entegrasyonun herkes tarafından kabul edilen bir tanımı henüz yok, bunun sebebi kavramın nispeten yeni oluşu. Entegrasyon kelimesi, uzun süredir literatürde bulunsa da hükümetler tarafından benimsenip yasalara eklenmesi 2015’li yıllara denk geliyor. Yine de kabataslak bir tanım yapmak gerekirse, entegrasyonu “Bütünleşme ve uyum” olarak tarif edebiliriz.

Göçmenlerin yerleştikleri ülkelerde asimile olmadan ev sahibi toplum ve değerleriyle uyum içinde yaşaması entegrasyonun pratikteki karşılığı. İlk duyuşta kulağa oldukça adil ve barışçıl gelen bu yaklaşım ne yazık ki uzun vadede farklı sonuçlar ortaya çıkarıyor. Öncelikle uyumun ne seviyede olduğu ve hangi alanları kapsadığını tartışmak lazım. Çünkü eğer uyum, kamusal alanların tümünü içeriyorsa ve politikalar tamamen göçmenlerin ev sahibi topluma uyum sağlamasını istiyorsa, bu düzenlemeler de asimilasyonun farklı bir versiyonuna dönüşmekten öteye gitmez. Uyum kelimesi varoluşu itibariyle iki farklı özneyi ifade eder. Yani biri siyah biri de beyaz olan iki boya düşünelim, gerçek anlamda uyum, siyah ve beyazın karışarak homojen bir gri renk ortaya çıkarmasıdır. Ancak insanlar hakkında konuşurken bu ne yazık ki mümkün değildir. Tarih boyunca ev sahibi kültürler kendilerini öncü kültür olarak isimlendirmiş ve göçmenlerin kendilerine uyması gerektiğini iddia etmişlerdir. Yani gri renk yerine siyah, beyazı her seferinde yutmuştur. Hal böyle olduğunda ise farklı kültürlerin ve dillerin yalnızca ev duvarları içinde yaşayabildiği, hatta göçmenlerin öncü kültüre ait olmadıkları için kendilerini dışlanmış hissettikleri bir ekosistem ortaya çıkmış olur.

Çokkültürlülük

Asimilasyon ve devamında entegrasyona yönelik artan eleştiriler, sosyal bilimcileri bu alanda daha çok çalışmaya itmiştir. Bunun sonucunda çokkültürlülük ismini verdiğimiz yeni bir konsept doğmuştur. Almanya merkezli Perspektif Dergisi’ndeki tanımıyla çokkültürlülük, “toplumu oluşturan kişi ve grupların mevcut dinî, etnik, kültürel çeşitliliğini kabul eden ve farklı gruplar tarafından oluşturulan toplumda hoşgörü içinde yaşamayı temel alan ve farklılıkları olumlayan bir düşünceye dayanmaktadır.” Çokkültürlülükte entegrasyonda olduğu gibi tek taraflı bir uyum beklentisine yer yoktur. Göçmenlerin kendi dillerinde konuşmaları, hatta eğitim ve sağlık hizmeti almaları desteklenir. Kendi kültürlerini yaşatmak amacıyla dernekleşme faaliyetleri teşvik edilir. Bunun yanında göçmenlerin kendi inançlarına uygun ibadethaneler inşa etmesinin yolu açılır; çeşitli festival ve gösteriler aracılığıyla ev sahibi topluma göçmenlerin kültürü anlatılır ve karşılıklı saygı ortamı oluşması için çabalanır. Tüm bu özellikleriyle çokkültürlülük, entegrasyona alternatif olabilecek niteliktedir.